Yediğimiz sebze ve meyvelerde bulunan vitaminler sağlığın olmazsa olmazı. Peki bu vitaminler nasıl ve kim tarafından keşfedildi? Bu mikroskobik maddelere bu isimler neden verildi? İşte her gün tükettiğimiz o besin maddelerinin az bilinen tarihi...
Vitaminler sağlıklı bir yaşamın olmazsa olmazları. Hepimiz vitaminlerin temel kaynaklarını ve faydalarını biliyoruz. Kışın soğuk algınlığına karşı hemen C vitaminine başvuruyor, yazın D vitamini üretebilmek için bol bol güneşe çıkmaya çalışıyoruz.
Peki bu vitaminlerin isimleri nereden geliyor? Neden A, B, C, D, E vitaminlerinden sonra K harfine atlıyoruz? Henüz varlığını bilmediğimiz F ya da G vitaminleri de var mı?
ÖNCE AZOT, ARDINDAN PROTEİN KEŞFEDİLDİ
Doğrusunu söylemek gerekirse, insanlık çok eski çağlardan bu yana beslenme ve sağlık arasında bir ilişki olduğunun farkındaydı. Örneğin MÖ 460-377 yılları arasında yaşamış olan modern tıbbın babası Hipokrat'ın, "Yiyecekler ilacınız, ilacınız yiyecekleriniz olsun" sözü bugün bile sık sık hatırlanıyor.
Ancak modern beslenme araştırmalarının ortaya çıkışı yüzlerce yıl aldı. Bunun için önce kimya, fizik ve biyoloji alanlarında ilerlemeler kaydedilmesi gerekti.
Beslenmeyle ilgili ilk çalışmalar, 1772 yılında keşfedilen azot elementi üzerineydi. Bilim insanları azotun gıdalardaki varlığının ya da yokluğunun insan ve hayvanlarda hastalık ve sağlık durumları üzerindeki etkisini incelemişti.
Ardından 1839'da Hollandalı kimyager Gerardus Mulder, insan beslenmesi için gerekli bir "hayvansal maddenin" yani bugün protein olarak bildiğimiz molekülün varlığını ortaya koydu.
erardus Johannes Mulder, "hayvansal madde" proteini keşfettikten sonra uzun bir süre boyunca bu maddenin insan sağlığı için gerekli tek besin olduğuna inanıldı.
Tarihçi Kenneth Carpenter'ın aktardığına göre, protein çok uzun süre boyunca insan sağlığı için gerekli yegâne besin maddesi kabul edildi.
Bununla birlikte meyve, sebze, süt gibi besinlerin iskorbüt ve raşitizm gibi hastalıkların belirtilerini hafiflettiğine ilişkin bilgiler de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bu hastalıklar sınırlı gıdalarla beslenen kişiler arasında yaygın olsa da araştırmacılar halen enfeksiyonlar, bozulmuş ya da yeterince temiz olmayan yemekler ya da deniz havası gibi faktörlerin sorumlu olduğunu düşünüyordu.
BEYAZ PİRİNÇ BİR NUMARALI ŞÜPHELİ HALİNE GELDİ
Uzun deniz yolculukları yapan denizciler, "beriberi" isimli bir hastalıktan da muzdaripti. Bu hastalık kalp yetmezliğinin yanı sıra kollarda ve bacaklarda his kaybına neden oluyordu.
Japon donanma doktoru Kanehiro Takaki'nin beriberi hastalığıyla ilgili bir teorisi vardı. Takaki, 1880'li yıllarda beriberinin fakir siviller arasında zenginlere kıyasla çok daha yaygın olduğunu fark etmiş ve bunda proteinden yoksun beslenmelerinin bir rol oynuyor olabileceğini düşünmüştü.
Aynı dönemde Hollandalı ordu doktoru Christian Eijkman da tavuklar üzerinde yaptığı çalışmalar sonrasında beriberiyle ilgili kendi teorisini geliştirmişti.
Japon donanma gemilerinde bol bol beyaz pirinç yiyen tavuklar beriberiye benzeyen belirtiler gösteriyordu. Ancak "ordunun pirincini sivil tavuklara vermeyi" reddeden bir aşçı tarafından kabuklu pirinçle beslenen tavuklarda aynı belirtilerden eser yoktu.
Bu noktadan hareketle araştırmalarını sürdüren Eijkman, beyaz pirinçle beslenen mahkumlarda da beriberi hastalığı olduğunu keşfetti. Sorunun kaynağı pirinç olabilir miydi?
İŞİN SIRRI PİRİNÇTE DEĞİL KABUĞUNDAYDI
Polonyalı kimyager Kazimierz (Casimir) Funk ise işlenmiş pirincin üzerinden soyulan kabuklara kısmına odaklandı ve 20'nci yüzyılın başlarında güvercinlerle kendi deneylerini yapmaya başladı. Sadece beyaz pirinçle beslenen güvercinler hastalanıyor, pirinç kepeği ve maya yediklerinde ise iyileşiyorlardı.
Bu keşif sayesinde Takaki'nin teorisi doğrulandı: Beslenme ve beriberi ilişkiliydi ancak mesele protein eksikliği değildi. Funk'ın 1912'de yayımladığı teorisine göre, sorun başka bir maddenin eksikliğiydi. Funk, azot içeren bu maddeye "vitamine" adını vermişti. "Vitamine" Latince "hayat" anlamına gelen "vita" kelimesi ile azot içerikli bileşiklere verilen "amine" isminin birleşiminden oluşuyordu.
Vitaminlerin keşfi bilim dünyasında bir deprem etkisi yarattı. Hastalıkların sebebinin beslenme yetersizlikleri, tedavisinin ise bu yeni keşfedilen bileşikleri yeterli miktarda tüketmek olabileceği fikri fazlasıyla heyecan vericiydi. Funk, "Monoton bir beslenmeden kaçınılmalı" cümlesiyle son noktayı koymuştu.
ÖNCE A, SONRA B…
Araştırmacılar raşitizm, iskorbüt, guatr gibi pek çok başka hastalıkla ilişkili mikrobesinler olup olmadığını da merak ediyordu.
Funk'ın "vitamine" terimini oluşturduğu dönemde ABD'li beslenme bilimci Elmer McCollum da farklı hayvan popülasyonlarıyla bir dizi çalışma gerçekleştirmekteydi. McCollum bu dönemde bir "accessory" (ilave, yardımcı, eşlikçi) madde keşfetti. Bazı yağlarda bulunan bu madde sıçanların büyümesinde kritik bir rol oynuyordu. Yağda çözünebilen bu maddeye "accessory"nin baş harfinden hareketle "A vitamini" adı verildi.
McCollum ve diğer bilim insanları Funk'ın pirinç kepeğinde bulduğu madde üzerine de çalışmayı sürdürüyordu. Bu maddeye beriberi hastalığına atıfla "B vitamini" ismi seçilmişti. İlerleyen zamanda B vitaminin suda çözünebilen 8 ayrı vitaminden oluşan bir kompleks olduğu keşfedildi. Keşif sırasına göre numaralandırılan bu maddelerden her birine tiyamin gibi isimler verildi.
Funk'ın Die Vitamine isimli makalesinde yer alan bu fotoğrafta beriberi hastalığının insanlar üzerindeki etkisini görmek mümkün. B vitamini keşfedilmeden önce beriberi özellikle beyaz pirincin ana besin maddesi olduğu Asya toplumlarında yaygın görülüyordu.
Bilim insanları tüm bileşiklerin azot içeren "amine"ler olmadığını keşfedince, Funk'ın ürettiği "vitamine" kelimesinin sonundaki "e" harfi atıldı. Ancak vitaminleri keşif sırasına göre alfabetik olarak isimlendirme geleneği devam etti.
Bugün 4 adet yağda çözünen vitamin (A, D, E, K) ile 9 adet suda çözünen vitamin (C vitamini ve 8 B vitamini) olduğunu biliyoruz. B vitaminleri ise B1 (tiyamin), B2 (riboflavin), B3 (niyasin), B5 (pantotenik asit), B6 (piridoksin), B7 (biyotin), B9 (folat), B12 (kobalamin) olarak sıralanıyor.
Bu vitaminlerin her biri insanın gelişmesi ve sağlığı için başka bir rol oynuyor.
C vitaminini 1920'lerde Albert von Szent-Györgyi, tarafından keşfedildi.
****
C vitaminini 1920'lerde Albert von Szent-Györgyi, tarafından keşfedildi. Szent-Györgi bu maddenin iskorbütü önleyip iyileştirdiğini görmüştü. 10 yıl kadar sonra Funk, hazırladığı vitaminler listesinde, henüz kimyasal yapısı keşfedilememiş bu maddenin yanına C harfini koymuştu. Daha sonra Szent-Györgyi ve Norman Haworth bu maddeye "ascorbic" yani "iskorbüt karşıtı" asit adını verdi. Bugün de C vitamini için "askorbik asit" terimi kullanılıyor. D vitaminine adını veren kişi de McCollum'du. Bu vitamin McCollum'un yanı sıra Edward Mellanby ve Harry Steenbock gibi bilim insanlarının birbirlerinden bağımsız yürüttükleri eş zamanlı çalışmaların sonucunda keşfedildi. E vitamini ise 1922'de keşfedildi, 1935'te de ayrıştırıldı. Sıçanlarda döllenmiş yumurtanın canlı doğumla sonuçlanmasındaki rolü nedeniyle E vitaminine Yunanca "doğum" ve "taşımak" anlamındaki kelimelerden hareketle "tocopherol" (tokoferol) adı verildi.
***
NEDEN F DEĞİL DE K VİTAMİNİ?
Vitaminler belli bir mantık çerçevesinde isimlendirildiğine göre, E'den sonra gelecek olan vitaminin F olması gerekir değil mi? Peki K vitamini nereden çıktı?
Bu sorunun cevabını bulmak için 1929 yılına gidiyoruz.
K vitamini o dönemde Danimarkalı araştırmacı Carl Peter Henrik Dam, tarafından keşfedildi. Normal koşullarda bu maddeye F vitamini adı verilmesi gerekirdi. Dam'ın araştırması vitaminin kanın pıhtılaşmasında kritik bir rol oynadığını göstermiş ve bir Alman bilim dergisinde yayımlanmıştı. Dam makalede Almanca pıhtılaşma anlamına gelen "Koagulation" kelimesinin baş harfini kullanmıştı. K vitamini ifadesi bu makaleden sonra yaygınlaştı ve kabul gördü.
K vitamininin "isim babası" Danimarkalı bilim insanı Carl Peter Henrik Dam.
Son vitamin olan B12, 1948 yılında keşfedildi. O zamandan bu yana araştırmacılar maddelerin sağlığa faydası, vitamin eksiklikleriyle hastalıklar arasındaki bağlantılar gibi alanlarda çalışmalarını sürdü. Vitaminlerin pellagra ve anemi gibi hastalıkların tedavisinde kullanımı da önemli bir araştırma alanı oldu. Ancak halihazırda görünen o ki vitaminlerin keşfinde bir sona gelindi. Yani gelecekte bir F ya da G vitamininden söz edemeyeceğiz gibi...
Ancak bu durum, beslenme araştırmalarının biteceği anlamına gelmiyor. Aksine beslenme araştırmaları şu an altın çağını yaşıyor. Bilim insanları, insan sağlığını etkileyen en küçük besin maddelerini bile inceliyor. Bir başka deyişle vitaminlerin keşfedildiği dönem çorbaysa, halihazırda ana yemek yeniyor. Mikroskobik ölçülerdeki maddelerin hayatımızı nasıl şekillendirdiği, birer birer gün yüzüne çıkıyor.
National Geographic'in "Why is there a Vitamin K but no Vitamin F?" başlıklı haberinden derlenmiştir.
Comments